15 Kasım 2015 Pazar

ADI ÇIKMIŞ BİR TEBAA, GÖRÜNMEZ VATANDAŞLAR KUZEYBATI ANADOLU’DA TÜRK MİLLİ HAREKETİNE KARŞI KUZEY KAFKASYALI DİRENİŞİ, 1919-23 (Bölüm 1) (*)


Adı Çıkmış Bir Tebaa, Görünmez Vatandaşlar Kuzeybatı Anadolu’da Türk Milli Hareketine Karşı Kuzey Kafkasyalı Direnişi 1919-23 (Bölüm 1)

Yazan: Ryan Gingeras


Günümüz İstanbulluları için, Marmara Denizi’ni aşarak güneye yapılacak bir seyahatin korkutucu bir yönü olmadığı gibi pek bir özelliği de yoktur. Güney kıyısı genellikle, liman kentleri Yalova ya da Çanakkale’de dinlenmek ya da gezi yapmak isteyenler için günübirlik bir seyahat noktasıdır. Güney Marmara Kıyıları aynı zamanda daha ılıman ve rahat iklimli güneyde yer alan Kuşadası ve Foça gibi tatil beldelerine giden  yolcular için bir mola noktasıdır.  Bölge, Kürt gerillalardan oluşan bir direnişin can almaya devam ettiği Van, Diyarbakır ya da Mardin gibi Doğu Anadolu’nun en uç bölgeleriyle büyük bir tezatlık oluşturmaktadır.

Fakat Marmara’nın güney kıyısında bulunan bölgelerin sükûnet ve istikrarı her zaman bu kadar garanti altında değildi. Çok uzak olmayan bir geçmişte Türk Kurtuluş Savaşı’nda; bugünün eski askeri karargâh şehri Çanakkale’den, İzmit ve Adapazarı’nın sanayi bölgeleri ve gecekondularına kadar uzanan bu kıyı şeridi, acı bir toplumlar arası mücadeleye sahne olmuştu. 1919 ve 1923 yılları arasında bölgesel çete ve milisler, Güney Marmara il ve köylerinin sadakatiyle şiddetli bir çatışmaya girdiler (1). 

Bu mücadele aynı zamanda, Anadolu’nun akıbeti üzerindeki en büyük anlaşmazlığa, yani Mustafa Kemal komutasındaki Kuva-yı Milliye’yi, padişah yanlısı İstanbul hükümeti ve İngiliz ve Yunan profesyonel askerleriyle karşı karşıya bırakan bir anlaşmazlığa ayna tutacak nitelikteydi. Savaşın bitimine yakın, Kuva-yi Milliyeciler’in bitkin olduğu bir vakitte, bölgenin ileri gelenleri arasında Güney Marmara’da ayrılıkçı bir bölgeye dair planlar dolaşmaya başladı. Mustafa Kemal’in İzmir’e girişine müteakiben, Yunan ordusuna karşı Sakarya Nehri boyunca yürütülen büyük çaplı bir Kuva-yi Millliyeci karşı atak bu planları sona erdirdi ve Güney Marmara bölgesinin Türkiye Cumhuriyeti’nin ayrılmaz ve güvenli bir parçası olduğunu kesinleştirdi (2).

Milliyetçilik, toplumlar arası şiddet ve ayrılıkçılık Osmanlı ve Türk tarihçiliğinin içine işlemiş konulardır. Fakat Anadolu’yu baz alırsak, bu konular hakkında yapılan herhangi bir tartışma, büyük oranda “olağan şüpheliler” olarak seçilmiş bir grupla sınırlandırılmış durumdadır. İhanet suçu; çoğu zaman Doğu Anadolu’daki milliyetçi direnişler, Yunan işgali ya da İtilaf Devletleri’nin kaybedilen toprakları geri alma planlarıyla ilişkilendirilen Ermeniler ve Anadolu Yunanlarına (Rum) isnat ediliyordu (3). Son yıllarda Kürtler ve Kürt milliyetçiliği  bölgedeki (yine özellikle Doğu Anadolu bölgesinde) şiddetin, reaksiyoner siyasetin ve ayrılıkçılığın kaynağı olarak daha fazla göze batmaktadır (4).

Fakat Kurtuluş Savaşı sırasında Güney Marmara’daki şiddet ve ayrılıkçılığı başlatan bu gruplardan hiçbiri değildi. Ayrıca Kuzeybatı Anadolu’nun bu bölgesindeki Kuva-yi Milliye Hareketi’ne karşı gerçekleşen isyan, Türkiye Cumhuriyeti tarihçilerinin ve yöneticilerininin tüm bu toplulukları vatan haini olarak yaftalamasına neden olmadı. Bunun yerine, bölgedeki toplumlar arası şiddet ve ayrılıkçılık, çağımız Türkiye’sinin kolektif tarih hafızasından silinmiş gibi görünmektedir.

Bu makalede Güney Marmara’daki bu kısa ayrılıkçı hareketin nedenleri ve birincil sonuçları incelenecektir (5). Bu yazının odak noktası 19. yüzyılın ortalarından beri Anadolu’nun bu bölgesinde yaşayan Kuzey Kafkasya diasporasının yaşadığı değişimdir. Ermeni ve Yunanlardan farklı olarak, Güney Marmara’daki Kuzey Kafkasyalıların büyük bir kısmı Sünni Müslüman’dır. Daha çarpıcı olan ise, Kuzey Kafkasyalıların (halk dilinde Çerkesler olarak bilinirler) tarihi olarak Osmanlı seçkinlerinin en yüksek rütbeli ve etkili üyeleri arasında sayılmasıdır (6). Fakat 1919 yılında Türk Kurtuluş Savaşı’nın patlak vermesiyle beraber Güney Marmara’daki binlerce Kuzey Kafkasyalı, Mustafa Kemal’in Kuva-yi Milliye Kuvvetleri’ne karşı açık isyanla silaha sarıldılar. 1921 yılında, şu anki Bursa, Çanakkale, Kocaeli, Sakarya ve Balıkesir şehirlerinin Çerkez seçkinleri Woodrow Wilson’un On Dört Prensibi’ne dayanarak bölgede bir Yunan-Çerkez devleti kurulması için Avrupa’ya başvurmak amacıyla toplandılar.

Bu makale iki soruya yanıt bulmayı amaçlamaktadır. Birincisi, Anadolu’nun kıyısındaki Çerkezler Osmanlı sonrası devlete neden bu kadar sert şekilde sırt çevirdiler ve neden Yunan işgaline ve Batı müdahalesi ihtimaline sarıldılar? İkincisi, böylesi bir hareketin tarihsel ve güncel önemi nedir?


(*) Devam edecek


Bir Köyün Kentleşmesi Sürecinde Haydar Çavuş ve Bandırma’daki Vakfı (Yrd. Doç. Dr. Abdülmecit MUTAF)

Bir Köyün Kentleşmesi Sürecinde
Haydar Çavuş ve Bandırma’daki Vakfı


Geçmiş tarihlerde küçük bir yerleşim yeri olması nedeniyle ‘köy’ olarak anılan bazı yerler zamanla gelişerek bugün önemli bir şehir veya kaza haline gelmişlerdir. Bu köylerin büyüyerek gelişmesinin en belirgin sebebi; siyasi, idari, coğrafi, ekonomik, asayiş vb faktörler sonucu meydana gelen nüfus hareketleridir. Ancak, artan nüfus paralelinde barınma, iaşe, sağlık, eğitim, ulaşım gibi problemleri ve ihtiyaçları da doğurur. Bu ihtiyaçların giderilmesini sağlayan tesisler, o yerleşim yerinin fiziki olarak da gelişmesini ve büyümesini sağlar.  Bu tesislerin bazısı kişilerce yapılırken, ticari getirisi olmayan veya büyük yatırım gerektiren ibadethane, imarethane, mektep-medrese, hamam vs gibi bazıları da Osmanlıda hayır sahiplerince ‘vakıf’ olarak kurulur ve işletilirdi. Diğer taraftan vakıf eserlerinin bir kısmı, o kentteki nüfus hareketlerinden çok daha önce ve ileriye dönük olarak inşa edildiği ve şehrin düzenli bir şekilde imar edilmesine katkıda bulunduğunun örnekleri de az değildir. Yerleşim yeri halkının süregiden günlük maddi hayatının yanında bu vakıf eserleri ve işletmeleri insanların manevi, sosyal, kültürel ve bilimsel hayatlarının da devamını sağlayarak, artan nüfusla birlikte cazibe merkezi haline gelen şehirde insanca ve de medeni bir hayat tarzının oluşmasına katkıda bulunmaktadır.

Bu bildiride Bandırma’nın köyden kasabaya daha sonra da kazaya dönüşümünde Haydar Çavuş vakfının rolü incelenecektir.

Vakfın Kurulmasından Önce Bandırma
‘Bandırma’ denince –kanaatimce- iki tane ‘Bandırma’dan bahsetmek gerekiyor: Biri köy (karye) olan Bandırma, diğeri ise Bandırma İskelesi. Bugün Batı Anadolu’nun önemli bir kazası olan Bandırma karyesi, yukarıda tarif ettiğimiz köy örneğine uyan bir yerleşim yeridir. Haydar Çavuş’un vakıf kurduğu tarih olan 1591’e kadar Bandırma idari taksimatta, Osmanlı tarafından bölgenin fethedilmesinden sonra uzun yıllar İstanbul’un Galata kazasının Kapıdağı nahiyesine bağlı bugünkü yerinden on-on beş dakika uzakta ve kuzey-doğuda[1] ve tepede- bir balıkçı köyüdür.[2] 1530 tarihinde padişah hassı olan Bandırma, Cemaat-i Ortakçıyan olarak 23 hane ve 21 mücerredden, Cemaat-i Zimmiyan olarak ise 22 hane ve 5 mücerredden yani yaklaşık 300-400 nüfustan oluşmaktadır.[3] Ortakçıların dini mensubiyetleri hakkında kesin bilgi yoksa da halkının bir kısmının gayr-i Müslim’dir. 1539 yılında idari olarak yine Galata kadılığına bağlı olan Bandırma Tapu Tahrir Defterinde Hüdavendigar Vilayetinde görev yapan Sancakbeyinin hassı olarak görülmektedir.[4]

Aynı tarihlerde Güney Marmara’yı İstanbul’a deniz yoluyla bağlayan üç limandan biri olan Bandırma iskelesi,  önem itibariyle Edincik ve Erdek’ten sonra gelmekteydi.[5] Şenol Çelik makalesinde 1579 tarihinde Bandırma iskelesinin 540.000 akçe iltizama verildiğini belirtmektedir. Bandırma iskelesinde ise burada görevli olanlar ikamet etmekte olabilirler.

Vakıf Kurucusu Haydar Çavuş Kimdir?
1591 (h. 999) tarihinde düzenlemiş olduğu iki adet vakfiyeden[6] anlaşıldığına göre; Bandırma’da inşa ettirdiği bir cami, muallim hane ve çeşme için vakıf kurarak gelirleri bu eserlere ve görevlilerine harcanmak üzere de, bir hamam, beş adet ev ve on beş adet de dükkan yaptıran; ayrıca çalıştırılmak ve geliri vakfa harcanmak üzere 200.000 dirhem veren Haydar Çavuş, -ikinci vakfiyeden anlaşıldığına göre- yine geliri vakfa harcanmak üzere Bandırma’da bir ev, iki adet bahçe, İstanbul’da halen oturduğu ev ve yine 12.000 dirhem bağışlamıştır.

Haydar Çavuş, İstanbul’da Divan-ı Hümayun’da çalışan ve burada alınan kararların uygulanması veya yerine ulaştırılması ile vazifeli[7] Dergah-ı Ali çavuşlarından olup –her ne kadar genelleme yapılması doğru olmasa da- babasının adının ‘Abdüddai’ olması sebebiyle kuvvetli bir ihtimalle devşirmedir. Diğer taraftan adının, Yeniçeri ocağının resmi tarikatı olan Bektaşilikçe çok değer verilen Hz. Ali’nin lakabı olan ‘Haydar’ olması ve kurduğu vakfın mütevelliliğine yine baba adı ‘Abdullah’, yani muhtemelen devşirme olan birini (Mehmed bin Abdullah) tayin etmesi bu ihtimali güçlendirmektedir. Haydar Çavuş’un, -dergah-ı ali çavuşluğu görevinden önce- yeniçeri olduğunu destekleyen bilgileri yine vakfiyesindeki yeniçerilere olan vefasını açıkça ortaya koyduğu bazı ifadelerden öğreniyoruz: ‘…her sabah merhum Çorbacı[8] Hasan Bey ruhuna bir cüz Kuran okuna’ ve ‘her sabah bir cüz okuyup sevabını yeniçeri iken ölen Kurubaş ruhuna bağışlaya…’.

Bir İstanbul sakini olan Haydar Çavuş’un hayır eserleri yapacak ve nakit parayla birlikte araziler bağışlayacak kadar Bandırma sevgisi veya burayla olan ilgisinin kaynağı –süresi bilinmemekle beraber- burada bir süre yaşamış olmasıdır. Pars Tuğlacı –kaynak belirtmeden- onun II. Selim (1566-1574) tarafından buraya sürgüne gönderildiğini belirtir.[9] Bir süre Bandırma’da yaşadığı anlaşılan Haydar Çavuş vakfiyesini düzenlediği tarihte ise İstanbul’da Eyüp’te Servi mahallesinde oturmaktadır.[10] Diğer taraftan Çavuş Bandırma’da inşa ettirdiği camiin yanında ‘biri arsa içerisinde üç katlı ve diğeri de dışarıda çardaklı, bir tarafı cadde, bir tarafı sahil-i derya, bir tarafı hamam ve bir tarafı da cami ile mahdud ev’i vakfederken ölünceye kadar kendisinin oturmasını şart koşmuştur. Belki de daha önce bir süre bulunduğu Bandırma’da daha sonraları -her zaman değilse de- zaman zaman kalmaktaydı.

Kurduğu vakfın nezaret[11] görevinin kendisinden sonra çocuklarına ve onların çocuklarına verilmesini ve de Bandırma’da yaptırdığı –bazen kendisinin de oturduğu anlaşılan- evde kendisinden sonra çocuklarının oturmasını şart koşmasından Haydar Çavuş’un evli olduğu ve çocuklarının bulunduğu anlaşılmaktadır. Eyüp Sultan mezarlığında medfundur.

Haydar Çavuş inançlı ve oldukça dindar bir kişi olmalı. Çünkü Kuran’dan cüzler ve sureler okunması üzerinde çok durmuş, ramazanda ve mübarek gecelerde kandil yakılmasını şart koşmuştur. İstanbul’un muhafazakar bir semti olarak bilinen Eyüp’te oturan Haydar Çavuş, ölünce de yine buraya defnedilmesinin yanında, türbedarının da dindar olmasını şart koşan Haydar Çavuş kabri başında da Kuran okunmasını istemiştir.

Dini hizmetlerle beraber camiin hemen yanına küçük çocuklar için de muallim hane yaptırıp eğitime de önem verdiğini gösteren Haydar Çavuş’un vakfında bir de sosyal hizmet veren hamam bulunmaktadır.

Vakfın Kuruluşu ve Kentleşmedeki Rolü
Vakfın kurulduğu tarihte Bandırma’nın bugünkü yerinde değil, ancak çok uzakta da olmayan bir balıkçı köyü olduğu anlaşılıyor. Vakfa ait bahçe içerisinde şadırvanlı bir cami, çeşme, yanında bir hamam, beş ev, on beş dükkan ve ayrıca yine cami yanında biri arsa içerisinde diğeri ise arsa dışındaki iki evden oluşan kompleks köye değil, denizin hemen kenarına ve çalışır vaziyetteki limana yapılmıştır. Burası, limanda çalışanların veya burasıyla ilgili işi olan az sayıda insanın oturduğu yerdir. Ayrıca Vakfa ait binaların arsasının oldukça fazla yer kapladığı düşülürse bu kadar boş alanın köy içerisinde bulunabilmesi de zaten zor görünüyor.

Haydar Çavuş’un yaptırdığı eserlerle deniz kenarında yeni bir yerleşim kurduğu ve özellikle dükkanlar nedeniyle de burada bir canlılık oluşturup köyün yukarıdan düzlüğe inmesini sağladığı anlaşılıyor. Nitekim başka şehirlerde de benzer örnekler bulunmaktadır. Mesela; Manisa’da şehir önceleri Spil dağının eteklerinde ve bir kısmı kale içinde bir kısmı da kale dışında idi. Şehri ele geçiren Saruhanoğullarının yaptırdığı Ulu Cami de hemen hemen yine aynı bölgeye inşa edilmiştir. Fakat Osmanlı döneminde 16. Yy da kendisi İstanbul’da yaşamış bir hanım sultan olan Yavuz Sultan Selim’in hanımı ve şehzade Kanuni’nin annesi Hafsa Sultan meşhur vakıf külliyesini dağın hemen bitimine ve şehrin bitişiğindeki ovaya inşa ettirmiştir. [12] Buradaki ibadethane ve diğer sosyal tesisler, etraflarında yeni bir yapılaşmanın oluşmasını sağlamasıyla şehir dağdan ovaya inmiştir.
Aynı gelişmenin burada da gerçekleştiği görülüyor. Haydar Çavuş vakfının camisi Müslüman halkı buraya çekerken, çocuklarına da eğitim imkanı sunmuştur. Hamam da dönemin temizlik ve sağlık tesisi olarak önemli bir tesistir. Lojman olarak kullanılan beş evin sakinlerinin aydın kişiler olması, buraya komşu olmayı cazip hale getirmiş olmalı. Ve diğer önemli etken de onbeş dükkandır. Liman olarak kullanılan bölgeyi ticari olarak da geliştirmiştir. Ayrıca Haydar Çavuş’un kredi olarak verilmek üzere vakfettiği 200.000 dirhem de buradaki ticaretin canlanmasını sağlayan finansal faktör olmuştur. Böylece bir balıkçı köyü, deniz kenarında daha modern dini, sosyal, ticaret ve eğitim aktivitelerinin bulunduğu, bunun yanında ekonomik ve coğrafi olarak daha da gelişmeye müsait bir yerleşim yerine dönüşmüştür. Bu gelişmeyi sağlayan faktörlerin en önemlisi İstanbullu Haydar Çavuş ve vakfıdır. Böylece bir vakıf eseri dini ve sosyal etkinin yanında şehirleşme açısından da önemli rol oynamıştır.   

Vakıf Sonrasında Bandırma
Vakfın kurulduğu tarihten 68 yıl sonra, 1659’da buraya gelen Evliya Çelebi Bandırma’dan; “dört cami ile on üç mescidi olan, ancak büyük medreseleri bulunmayan, binaların hepsi kiremitli ve süslü olan, pek çok hanı ve buralarda da sanatkarları çalışan ve yine Rum denizinde 700.000 akçe iltizamlık büyük bir ticaret iskelesi bulunan güzel bir şehir[13] olarak bahsetmesi buranın kısa sürede ne kadar geliştiğini göstermektedir.

Zamanla büyüyüp geliştiği anlaşılan Bandırma; 18. Yy belgelerinde ‘kasaba’[14], 1846 yılı Salnamesinde ise artık Hüdavendigar Vilayeti’nin Erdek Livası’na bağlı ‘Nevahi-i Bandırma’ adıyla bir nahiye olarak zikredilmekte olup bir müdür tarafından idare edilmektedir.[15] Bu durum 1878 yılına kadar devam etmiş ve bu tarihte ise Erdek’ten ayrılıp Karesi Sancağı’na bağlı ve kaymakam tarafından yönetilen bir kaza yapılmış ve bundan sonra da bu statüsünü devam ettirmiştir. 1890 yılında Müslüman ve gayr-i Müslim olarak genel nüfusu 32.827 olan Bandırma 1892’de 40.780, 1900’de 52.715 ve 1906 da ise 54.478 kişilik bir nüfusa ulaşmıştır. Kazanın merkez nüfusu ise 19. Yy sonlarında yaklaşık 10.000’dir. 1910 yılında ise 1. Sınıf kaza yapılmıştır.[16] Bugün ise kara, hava, deniz ve demir yolu ulaşımı olan vilayet olmaya aday büyük bir kazadır.

Sonuç olarak; İstanbul görmüş ileri görüşlü bir hayırsever ve onun kurduğu vakıf, hizmetleriyle hayır vesile olmanın yanında istikbal vadeden küçük bir yerleşim yerinin önemli ve modern bir kent olmasında öncü rol oynamıştır. Vakıf aracılığıyla yapılan yatırımlar, limanın ve civarındaki ticaretin canlandırması ile bölgeye bir nüfus hareketinin oluşmasını sağlamıştır. 

Yrd. Doç. Dr. Abdülmecit MUTAF
_____________________
[1] İsmail Hakkı (Uzunçarşılı), Karesi Vilayeti Tarihçesi, (Yay. Haz. Abdülmecit Mutaf), Balıkesir, 2000, s. 57.
[2] Pars Tuğlacı kaynak belirtmeden buranın bir balıkçı köyü olduğunu bildirmektedir. (Bakınız; Osmanlı Şehirleri,     İstanbul, 1985, s. 45.
[3] BOA, TD Nr. 166, s. 157.
[4] BOA TD. Nr. 198, s. 8.
[5] Şenol Çelik, “Evliya Çelebi’nin Bandırma, Aydıncık (Edincik) ve Erdek İle İlgili Verdiği Bilgiler ve Bunların Değeri”, Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, cilt 15, sayı 28 (1 Aralık 2012), s. 68.
[6] 5787 No.lu Galata Şer’i ye Sicili, s. 123-125.
[7] DİB İslam Ansiklopedisi, cilt 9, s. 174 ve 192. M. Ali Ünal, Osmanlı Tarih Sözlüğü, İstanbul 2011, s. ?.
[8] Yeniçeri Ocağı’nın cemaat ortalarıyla Ağa bölükleri subaylarına verilen isim. (Midhat Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lügatı, İstanbul, 1986, s. 76.
[9] Tuğlacı, a.g.e., s. 46.
[10] Vakfiyede Servi mahallesinin bağlı olduğu kaza belirtilmemiş olsa da buranın Eyüp kazasında olduğu bilinmektedir. Ayrıca Haydar Çavuş, ölünce de Eyüp’teki mezarlığa defnedilmesini vasiyet etmiş olması da bunu desteklemektedir.
[11] Nezaret; Mütevellinin tasarruflarına nezret etmek üzere vakıf veya hakim tarafından tayin edilen kimse. (Ali Himmet Berki, Istılah ve Tabirler, Ankara, 1966, s. 44.)
[12] Feridun M. Emecen, XVI. Asırda Manisa Kazası, Ankara, 1989, s. 95.
[13] Evliya Çelebi, Seyahatname, (Hazırlayanlar Yücel Dağlı, Seyit Ali Kahraman, İbrahim Sezgin), İstanbul, 2001, Cilt V, s. 149.
[14] BOA, A. DVN. Dosya No: 1250, Vesika no: 95 )1140.8.29).
[15] Abdulmecit Mutaf, Salnamelere Göre Karesi (1847-1922), Balıkesir 2003, s. 84.
[16] a.g.e. s.85.


18 Haziran 2015 Perşembe

Duayen Gazeteci Bedii Faik Akın’ın Ardından (Mustafa Özcan, 17 Haziran 2015)


Duayen Gazeteci Bedii Faik Akın’ın Ardından

Türkiye’nin duayen bir gazetecisi, kendisinin köşelerinde kullanmayı sevdiği adıyla Bedii Faik 16 Haziran 2015 günü vefat etti.
Bandırmalı ve gazetecilik meslek kültürünün Türkiye’de gelişmesine önemli katkılar sağlamış olan TGC’nin ilk Genel Sekreteri Bedii Faik’i BKP’unda bir yazı ile yâd etmenin hem bir gereklilik hem de bir sorumluluk olduğu yönünde kendimde kaçınamadığım bir duygu oluştu.
Çünkü Bedii Faik’in yakın tarihin gazetecilik dünyasında temsil ettiği yerinin alışılagelmiş olanın dışında ya da diğer bir deyişle standartların ötesinde olduğunu düşünüyorum. 
Akın’ı, 94 yıllık yaşamının uzun gazetecilik yıllarında, pek çok renkteki gazetede yazmış ama özündeki rengini yitirmemiş, gazete sahibi olmuş ama patronu olmamış, muhalefet etmiş ama muhalif olmamış, zamanın ruhunu almış ama zamanın adamı olmamış diye tanımlamak yerinde olacaktır sanırım. 
Bedi Faik’in yazdığı fıkralarıyla ince hiciv sanatının doruklarında gezinmiş olduğunu da burada belirtmek yanlış olmaz. Yitirdiğimiz bu değerli “kalem erbabı” hakkında Wikipedi’de kendisine ayrılmış başlıkta belirtilmiş olanları küçük değişikliklerle aşağıya aktararak yazımı tamamlayayım (*);

“Türk yazar.1921 yılında Bandırma'da doğdu.  Kabataş Lisesi'nden mezun oldu. Tıp Fakültesi'ne girdi. Okulu bitirmeden ayrıldı. Bir süre ticaret yaptı.
Tasvir gazetesinde başladığı fıkra yazarlığını Tan, Milliyet, Yeni İstanbul, Ulus gazetelerinde sürdürdü. Çeşitli gazetelerde uzun yıllar yazarlık yaptı. 1952'de Falih Rıfkı Atay'la birlikte Dünya gazetesini kurdu.
Demokrat Parti iktidarına karşı sürdürdüğü sert muhalefetiyle tanındı. 1965 seçimlerinin ardından Adalet Partisi yanlısı bir tutum izledi. 1975'te gazeteyi sattı; ama fıkra yazarlığına devam etti. Ardından Hürriyet ve Son Havadis gazetelerinde yazdı. Gazeteciliği bıraktı, yıllarca yurt dışında yaşadı”

Mustafa Özcan (17 Haziran 2015)
_______________




6 Haziran 2015 Cumartesi

BKP Bloğu’na yazmaya davet ediyoruz.


Bandırma’nın Değerli Kültür Dostları

Sizleri, BKP, Bandırma Kültür Platformu olarak Bandırma’nın kültürel boyutunu ele alan konularda BKP Bloğu’na yazmaya davet ediyoruz.

Çünkü tarihselliğinin yanı sıra günümüzde Güney Marmara Bölgesi’nin denize açılan ana kapısı olmasından dolayı Bandırma bu coğrafyanın hızlı atan kalbi durumundadır. Bu kilit özelliğinden kaynaklanan gelişim potansiyeli Bandırma’yı, Türkiye’de, büyük ve modern yerleşim özelliğine sahip olarak geleceğin inci kentlerinden biri haline getirmiştir.

Betimlenen bu vizyon ile, Bandırma ve çevresinin, hem bir kent, hem de bir yaşam coğrafyası mahiyeti ile kültürel olarak ele alınıp sadece yerelde, yakın coğrafyada veya yurtta değil, küresel düzeyde de tanıtmayı kendimize şiar edindik.

Böylece Bandırma’nın hem sanal ortamdaki kültürel boyutunu derleyerek hak ettiği bu tanıtımına katkı yapmayı, hem de evrensel ve küresel kurumlar nezdindeki mevcut tanınmışlığını artırmayı misyon olarak benimsedik.

İşte bu amaçla Bandırma Kültür Platformu’nun katılımcıları olan “Bandırma severler” olarak bu gönüllü çalışma doğrultusunda cesaretlenerek yola çıktık.

Bu nedenle, Bandırma Kültür Derlemesi’ni hep birlikte oluşturmak üzere bağımsız, bağlantısız ve maddi bir beklenti olmaksızın üstlendiğimiz Bandırma’nın kültürel boyutunu ele alan bu çabamıza Sizleri de makale ve yazılarınız ile katkı sağlamaya davet ediyoruz.

Mustafa Özcan
BKP Adına,
Kurucu ve Moderatör

Not: 
Bandırma Kültür Platformu bloğunda yayınlanması istenilen yazılar BKM Sekretaryasında görev alan Ümit Ersöz'e e-posta ile (ersozu@gmail.com  adresine) gönderilmelidir. Yapılacak değerlendirmeden sonra BKP amacına uygun olan yazıların bloğa konulması gerçekleştirilecektir.


28 Mayıs 2015 Perşembe

“Dünyaya’ya Tekrar Gelsem” ve “Bir Yahudinin Anıları” (Mustafa Özcan, 29 Mayıs 2015)


“Dünyaya’ya Tekrar Gelsem” ve “Bir Yahudinin Anıları”


Bandırma ile ilişkili olabilecek kitap ve yazarları tanıtmayı amaçladığım yazılarımdan ikincisinde, birincisinde olduğu gibi gene iki kitabı bi rarada tanıtmak istiyorum.

Bunlardan ilki “Dünyaya Tekrar Gelsem” adlı yapıttır. Gül Ayşe Aydemir Yaldız tarafından kaleme alınmış olan öykülerin Pia Yayınları tarafından 2014 yılında ilk baskısı yapılan yapıt 17 kısa öyküyü bir araya getirmiş bir hikâye kitabıdır.

Kitaba adını veren birinci öyküde halen de gündemdeki bir sorun olan kız çocuklarının tahsilinin engellenmesi konusu işlenir. Yazar öyküde, yetişkinliğe geçiş halinde olduğu sıralarda annesinin, Gönen (İsparta) Köy Enstitüsü’nde okumaya yönelik olan derin arzu ve beklentisinin yakın akrabadan birinin etkisiyle baba tarafından verilen karar sonucu nasıl söndüğünü olay kahramanının konuşması üzerinden aktarır.  

Yazar Yaldız diğer öykülerinde, günümüz günlük yaşamının gaileleri içinde kendisinin doğrudan yaşadığı, dolaylı olarak tanık olduğu ve dinlediği olayları sosyo-psişik bir arka plan eşliğinde okuyucuya yalın bir dille aktarmaktadır. Kitap bu yönü ile yaşamın güncel boyutuna ilgi duyanlar için çok ilginç bir okuma fırsatı sunmaktadır.

Kitabı, günümüz insan ilişkilerinin karmaşık ve incelikli dünyasında kendi yerini arayıp bulmak isteyenlere hararetle tavsiye ediyorum.

Diğer tarihi anı kitabı özelliği sunan kitap ise 19. Yüzyıl ilk çeyreğinin ortasındaki sosyal dünyayı Bandırma odaklı bir tarih kesitinden görmek isteyenlere olağan üstü yarar sağlayacak nitelikte bir yapıttır.

“Bir Yahudi’nin Anıları” adındaki yapıt, Albert Kant’ın Bandırma’da geçen yaşam öyküsünün kendisi tarafından kaleme alınmış metnin Kastaş Yayınevi’nce 2003’te yayımlanması ile ortaya çıkmıştır.

Anlatılanlardan ve araştırmalardan yazarın ailesinin, bugünkü Ukrayna’nın Bucak bölgesinde bir zamanlar yaşamakta olan Kırımlılar soyundan gelen Musevi Karaylardan (Karaimler) olduğu ve 1900’ün hemen başında Bandırma’ya gelip Tekfur (Merinos) Çiftliğini satın alan ve oraya yerleşmiş olan gruptan olduğu anlaşılmaktadır.

Yapıtta savaşa hazırlık olarak seferberlik, Alman yardımı Hanomak traktörlü savaşa hazırlık kapsamında ordu lojistiği için müstahsillik, açlık sonucunda fahişeliğin ortaya çıkışı, Liman von Sanders’in Bandırma'ya gelişi, başını alıp yükselen eşkiyalık ve İspanyol gribi salgını gibi konular kitapta tarafsız bir bakışla işlenmektedir. Aktarılanlar, dünya tarihinde “Mahşerin Dört Atlısı” diye bilinen deyişteki açlık, savaş, salgın ve kaos’un 19. Yüzyıl ilk çeyreği sonuna doğru hep birlikte Bandırma’da boy göstermesinden dolayı tüm insanlığın nasıl “fraktal” (öz benzer) karakterli ortak bir niteliğe sahip olduğunun kanıtı olmaktadır.

Bu yönü ile kitap, evrensel kültür talebi olan her Bandırmalı tarafından okunması gereken bir metin olarak değerlendirilmelidir.


 Mustafa Özcan (29 Mayıs 2015)


17 Mayıs 2015 Pazar

Bandırma’da Festival ve Şenlik (Mustafa Özcan, 18 Mayıs 2015)


Bandırma’da Festival ve Şenlik

Başlığa bakarak yazının Bandırma’da 17 Mayıs 2015’te başlayıp 31 Mayıs’ta sona erecek olan Kuş Cenneti Kültür ve Turizm Festivali ile Sahil Şenliği’nden söz etmek ile ilgili olduğunu sanmakta haklısınız. Ancak içeriği biraz aldatıcı olabilir. Yazıdaki esas amacım bunun biraz ötesinde olarak festival ve şenlik kavramlarına özet şekilde de olsa değindikten sonra Şenlik ve Festival’in bu yönüne ve programına dair kısa bir genel değerlendirmede bulunmaktır.

Festival sözcüğü hakkında Türk Dil Kurumu’nun Büyük Türkçe Sözlüğü “dönemi, yapıldığı çevre, katılanların sayısı veya niteliği programla belirtilen ve özel önemi olan sanat gösterisi; belli bir sanat dalında oyun ve filmlerin sunulması ve gösterilmesi sonunda ödül veya derece verilmesi biçiminde düzenlenen ulusal veya uluslar arası gösteri dizisi, şenlik; bir bölgenin en ünlü ürünü için yapılan gösteri, şenlik; düzensiz toplantı, curcuna” şeklinde bir açıklama vermektedir. Yani, Türkçe Sözlük festival ve şenlik için eş anlamlı bir anlatım kullanmaktadır. Buradan anlaşılacağı üzere Sözlük festivali, şenlik sözcüğünün yabancı gösterge kökenli olanı olarak kabul etmiştir.

Öte yandan, sözcük halkbilimsel bir kavramın göstergesi olarak dış kaynaklarda biraz daha soyut bir düzey ile tanımlanmaktadır: Örneğin, Smith, festivali, gerçekte ortak duyguların ve bağlılığın en somut ifadesi ve sembolik etkileşim üzerine temellenen duygusal tecrübelerin paylaşılmasının düzeni olarak ifade etmektedir (*). Aşağıda internet kaynağını verdiğim yazının sahibi Kültür ve Turizm Bakanlığı Folklor Uzmanı Aysun İmirgi’nin belirttiği gibi Batı literatüründe festival kavramı bir üst düzeye konularak iki kavram birbirinden hiyerarşik olarak farklılaştırılmaktadır. Böylece festival bayram, şenlik, eğlence gibi folklorik etkinlikler için bir üst (meta) kavram olmaktadır. Bu doğrultuda değerlendirildiğinde Bandırma Belediyesi yapılan etkinliği Kuşcenneti Kültür ve Turizm Festivali ve Sahil Şenliği şeklinde adlandırmakla belirtilen halkbilimsel terminolojiyi bir bakıma doğrulamış olmaktadır. Yani, Şenlik Festival’in bir alt kategorisi olarak sınıflandırılmıştır.

Ayrıca, doğru adlandırmanın yanı sıra Festival ve Şenliğin Program yönü ile küçüklerin ve büyüklerin, erkeklerin ve kadınların, aydınların ve geniş kesimlerin ilgisini çeken içerikte olması da olumlu bir değerlendirmeyi hak etmektedir. Ancak, yöre kuşları ile ilgili gelişmelerin akademik düzeyde olması gerekmeyen bir panel konusu olarak dahi programa konulmamış olması bir eksiklik olarak değerlendirilebilir.

Program içeriği ile planlama ve organizasyonun uygulamasının Bandırmalıları, hatta yakın kentlerden gelecek olanları ne den de memnun edeceği ise Mayıs Ayının ikinci yarısında uygulamanın yürütülmesi ile belli olacağı hususunu belirttikten sonra geriye vurgulanacak olarak herkesin iyi eğlenmesi dileği kalıyor,

Mustafa Özcan (18 Mayıs 2015)   
________________________




16 Mayıs 2015 Cumartesi

Ege Bölgesine Denizden Ulaşımda İstanbul İçin Ana Köprü Olan Bandırma Şimdi de Dördüncü Sınaî “Hinterland” mı Oluyor? (Mustafa Özcan, 16 Mayıs 2015)


Ege Bölgesine Denizden Ulaşımda İstanbul İçin Ana Köprü Olan Bandırma Şimdi de Dördüncü Sınaî “Hinterland” mı Oluyor?

Üç bin yıldan beri bir yerleşim yeri olma özelliği ile Bandırma'yı, Gemlik ve Karabiga ile birlikte Güney Marmara’da tarihsel olarak önem taşıyan üç ticaret limanından biri olarak görmek yerinde olacaktır. Hatta konuya son yüzyıldaki ulaşım çeşitliliği yönü ile bakıldığında Bandırma bunların içinde en önemlisi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Öte yandan, tarihsel öneminin yanı sıra güncel öneminin de bugün sürmekte olduğunu belirtmeye bile gerek yoktur. Bandırma Limanı İstanbul için Güney Marmara ve Ege Bölgesi'ne olan ticari bağlantıda büyük önem taşıyan yerdir. Bu kapsamda Bandırma, İstanbul’dan gelip Güney Marmara ve Ege’ye yönelmiş olan yük ve yolcu şeklindeki ulaşım gereksinimini bağlantısındaki kara ve demir yolu ile büyük ölçüde karşılayan bir liman olarak İstanbul için hak ettiği ana köprü olma özelliğini şimdilerde de sürdürmektedir.

Ayrıca Bandırma, Marmara Denizi'nin güney kıyısındaki bu özgün konumunun yanı sıra liman özellikleri bakımından da bölgenin en uzun rıhtımına ve teknik olarak da Türkiye'nin en büyük dökme yük depolama ve elleçleme kapasitesi ile Bölge’de öne çıkmaktadır. Bu minvalde Bandırma Limanı, İstanbul ve Gemlik'ten sonra Marmara Denizindeki üçüncü, ülkenin ise beşinci en büyük limanıdır.

Öte yandan Bandırma Güney Marmara’nın Bursa’dan sonra en önemli sanayi kentidir. Sanayi tesisi sayısında özellikle Bandırma Limanının gelişmesine paralel olarak önemli düzeyde artış sağlanmış olmasının yanı sıra ürünlerde de çeşitlilik kaydedilmiştir. Bandırma’da gelişmiş önemli ekonomik sektörler olarak kimya, tarım, gıda, su ürünleri, yem sanayi, makine imalat sanayii ile mermercilik sayılabilir. Diğer taraftan çok önemli bir maden olup Dünya istihracının üçte ikisi, üç Kuzey Batı Anadolu ili olan Balıkesir, Bursa ve Kütahya’da gerçekleştirilen bor minerallerinin önemli bir bölümünün işlenmesinin Bandırma’da yapılmakta olduğunu da vurgulamadan geçmemek gerekir.

Bilindiği gibi Türkiye imalat sanayiii üretiminin yarıdan fazlası Marmara Bölgesinde, özellikle de İstanbul’dadır. Yurt kalkınmasının omurgası olan bu sektör tarihsel olarak halen gelişme döneminde olup daha olgunlaşma aşamasına geçebilmiş değildir.

Öte yandan bilindiği gibi, 19. Yüzyıl ortasında İstanbul’un iki kıtadaki uç noktaları olan Bakırköy ve Hareke’de Osmanlı Sarayı ve Ordusu gereksinimlerini karşılamaya yönelik bir hamle olarak başlatılan sanayileşme girişimi kısa sürede akamete uğrayarak sönüp gitmiştir.  Aradan dört kuşak geçtikten sonra Cumhuriyet döneminde iktisadi devlet teşekkülleri şekli ile yeniden düşünülen sanayileşme girişimi nihayetinde Anadolu’ya yayılarak başarıya ulaşıp şimdikinin nüvesini oluşturmuştur. 20. Yüzyıl’ın ikinci yarısındaysa devam eden iktisadi devletçiliğe paralel olarak gelişen özel sektörle birlikte geçen 30 yılın sonunda KİT’lerin iki-üç katına ulaşmıştır. Ancak bu gelişme ‘80’lerden sonra bir kuşak sürecek olan kamu iktisadi girişimlerinin tümüyle tasfiyesi ile son bulmuştur.

Buna karşın tüm bu sanayileşme sürecinde ilk sanayi odağı olan İstanbul yakın coğrafyası birincil ve ikincil kuşaklarla çevrelenerek gelişmeyi sürdürmüştür. İlk kuşak Kocaeli olurken ikinci kuşak bölgeler olarak Tekirdağ ve Bursa ön plana çıkmıştır. Böylece kalkınma kutupları bazında bakıldığında “İstanbul Sanayi Kutbu”nun Kocaeli, Bursa ve Tekirdağ olmak üzere üç önemli sinai hinterlandının olduğu görülür.

Kalkınma coğrafyası yönü ile konu ele alındığında bölgeye İstanbul’un dördüncü bir hinterlandı olarak Bandırma’nın eklenmesi ile Almanya’nın Ruhr Havzası’na veya Kaliforniya’nın Silikon Vadisi’ne eşdeğer bir kalkınma konglomerasının ortaya çıkacağını söylemek yanlış olmaz.


Hangisine daha çok benzeyeceğimiz ise Bandırma’da önümüzdeki çeyrek yüzyılda kurulacak işletmelerin türüne bağlı olacaktır. 

Mustafa Özcan (16 Mayıs 2015)


1 Mayıs 2015 Cuma

Bandırma ve Güney Marmara Tarih ve Arkeolojine Dair İki Kitap (Mustafa Özcan, 1 Mayıs 2015)


Bandırma ve Güney Marmara Tarih ve Arkeolojine Dair İki Kitap

Sözünü etmek istediğim iki kitaptan ilki, Güney Marmara tarihi arkeolojik kayıtlara başvurularak ele alındığında konuya onlarla başlamadan geçmenin olanaksız olduğu Misyalılara izafen Misya adını taşıyor. Kitap, kökeni konusu bir hayli tartışmalı olan bu tarihsel buduna, Güney Marmara’nın Bandırma ve yakın çevre coğrafyasının Antikitesinin anlatımında hak ettiği yeri vererek başlayıp bölgenin tarihini, Kurtuluş Savaşı’nı da içine alacak şekilde ele almaktadır. Tarihçi olmadığı halde yazar Engin Arıcan’ın, işlenen konulara alıntı ve aktarımlar dışında özgün yorumlar da eklemiş olması Misya’nın Güney Marmara alt bölgesi hakkında bazı fikirlerin gelişmesine katkı yapmaktadır.

Kitaptan da edinilecek bir izlenim olarak, bölgenin tarihte önceki dönemlerdekilerde olduğu gibi yakın çağlardaki insan topluluklarının da olağanüstü düzeyde ilgisini çekmiş olmasının nedeni olarak, çok verimli biyosfere ve insan faaliyetleri için son derece uygun bir ekoloj ve jeomorfolojiye sahip oluşu gösterilebilir.  Bu nedenle, yarımadası, adaları, gölleri, akarsuları, dağları, ovaları ve kıyıları kompozisyonunun cazibesi ile Güney Marmara olasıdır ki budun hareketlerini çekme yönünden dünyanın ilginç yerlerinden biridir. Nitekim Antikite Dünya Savaşı’nın Misya’yı hinterland olarak kullanan Truva‘da yapılmış olması herhalde bir tesadüf olmasa gerekir.

Kitabın, bölgenin tarihini özellikle ayrıntılarıyla anlatıyor olması onu okunmaya değer kılmaktadır. Yapıt Bandırma İlkhaber Yayıncılık tarafından 2004 yılında yayımlanmıştır.
Şimdi Güney Marmara’yı, tarihsel Misya’nın bu kuzey bölgesini gene tarih, coğrafya ve arkeoloji kapsamında, ama bu kez romantik bir üslup ve öyküsel bir dil kullanarak anlatmakta olan diğer kitaptan söz edeyim. ‘Sordular, Bilemedim. Utandım da…’ adı ile 2013’te yayımlanmış olan kitap Süha Oral tarafından başta Kyzikos ve Daskyleion arkeoljik siteleri olmak üzere ilgiyi bölge arkeolojisine çektirebilmek adına kaleme alınmıştır. Daha ilk satırlardan itibaren hassas ve incelikli bir çalışmanın ürünü olduğunu belli eden yapıt terminolojilerin yerinde ve doğru kullanılması yönü ile takdire değerdir.


Güney Marmara bölge arkeolojisine merakı olup okumak isteyenlerin Süha Oral’ın Sordular, Bilemedim. Utandım da… adlı yapıtını Bandırma Belediyesi kanalından bedelsiz olarak temin edebileceklerini yeri gelmişken belirteyim.

Mustafa Özcan (1 Mayıs 2015)